Mübadele: Bir fırtına tuttu bizi...- Sefa TAŞKIN

Bergama eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın, Cumhuriyet Ege için yazdı...

30 Ocak 1923 toplumsal olarak Türkiye, Balkan ve Anadolu tarihi için önemli bir gündür.

99 yıl geçmiş.

O gün, İsviçre’nin Lozan kentinin güneyinde, Cenevre Gölü’nün kıyısında Ouchy (Uşi) Şatosu'nda imzalanan sözleşmeyle; Anadolu, Ege Adaları, Balkanlar’da yaşayan çeşitli etnik kimlikli insanlar yaşadıkları toprakları terk etmek zorunda kaldı.

Siyasal olarak istikrar, insani olarak birçok acılar getirdi bu sözleşme.

Kurtuluş Savaşı'nın ardından, 24 Temmuz 1923’de imzalanan Lozan Antlaşması'yla Kurtuluş Savaş’ının sonuçları uluslararası ortamda meşrulaşmış, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun önü açılmış, ülkenin tapusu alınmıştı ama ciddi bir sorun vardı.

Osmanlı farklı dinlere inanan, farklı diller konuşan insanların bir arada yaşadığı çok kimlikli bir devletti.

Avrupa’da, 1789 Fransız devriminden sonra feodal devletlerin yıkılması, burjuvazi öncülüğünde ulusçuluk akımlarının belirginleşmesi, ulus devletlerin ortaya çıkmasına yol açmıştı.

19.yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti bu gelişmelerden, bu siyasal dalgalanmalardan nasibini aldı. Balkanlar’da, dış ülkelerden de destek alan etnik gruplar, kendilerine göre bağımsızlık için mücadeleye giriştiler.

Bu durum, geniş bir coğrafyaya hükmeden Osmanlı'nın parçalanması tabii ki rakip/düşman devletlerin işine geliyordu.

Önce 1812’de Yunanistan, 1908’de Bosna Hersek, 1913’de Bulgaristan, Makedonya, Kosova, Sırbistan, Arnavutluk Osmanlı’dan ayrıldı. Kuzey Afrika, Orta Doğu, Kafkasya’da milliyetler bir bir İmparatorluktan koparken, Doğu Anadolu’daki Ermeni isyanı bastırıldı.

1915’de Ermenilerin yaşadıkları yerlerden Osmanlı'nın başka topraklarına sürgünü, bu süreçte yaşanan acılar, tartışmaları hala süren derin izler bıraktı.

Bu durum 600 yıl ayakta kalabilmiş çok etnisiteli koca bir devletin, Osmanlı'nın yok oluş süreciydi.

Önce 1912-1914 Balkan Savaşı, ardından 1914-1918 1.Dünya Savaşı, onun da ardından, 1919-1922 Türkiye’nin Kurtuluş ve Kuruluş savaşı çok çeşitli kimlikleri barındıran coğrafyayı, farklı siyasal oluşumlara itti.

Peki ya insanlar?

Osmanlı'nın Hıristiyan eski tebası Balkanlar’da, yeni devletleriyle kendilerine yeni ülkeler kurdular.

Balkanlar’da, Ege Adaları’nda, Kafkasya’da yaşayan Türkler ve Müslümanlar, kaybedilen savaşların ardından ortaya çıkan yeni durumda oluşan kargaşada, can ve mal güvenliği kaygılarıyla yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar. Anadolu’ya sığındılar.

Osmanlı'nın yıkılışının ardından, son sığınak Anadolu’nun da elden gidiyor olmasına karşı Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından başlatılan direniş, Kurtuluş Savaşı başarılı oldu.

İngiliz emperyalizminin kışkırtması ve “Megali İdea” düşüncesiyle, “Büyük Yunanistan” kurmak amacıyla Batı Anadolu kıyılarına çıkan, ardından Anadolu içlerine girmeye kalkışan Yunanistan Ordusu üç yılın sonunda büyük bir yenilgiye uğradı.  Ülkesine geri dönmek zorunda bırakıldı.

Yunanlılar buna “mikrasiatiki katastrofi”: “küçükasya felaketi diyor.”

Bu durum Türklerin kendi ulusal devletlerini kurma sürecini başlatırken bambaşka toplumsal sonuçlar da doğurdu.

Bu dönemde Batı Ege köy ve kasabalarında hatırı sayılır ölçüde Yunanca konuşan bir Rum ahali vardı.

Türkler onları ve onlar kendilerini Yunan/Helen değil, antik Romalılardan kalan bir adla niteliyor, Anadolulu olduklarının ifadesi olarak “Rum” diyorlardı.

Öte yandan Ege Denizi'nin karşı tarafında; adalarda ve Yunanistan anakarasında da Balkan Savaşı sırasında (1912-14)   baskı gören birçok Türk/Müslüman kalmıştı. 

Onlar “evladı fatihan” sayılıyordu. Anadolu’dan göçmüş, Osmanlı'nın çok eski fetih günlerinin evlatları.

24 Temmuz 1923’de Lozan Anlaşması imzalanırken Türkiye ve Yunanistan, her iki ülkede bulunan Hıristiyan ve Müslüman nüfusun mübadelesinin, karşılıklı yer değiştirmesinin uygun olacağı konusunda anlaştı, bu yönde çalışmalar başladı.

Böylece daha önce yaşanan yerel etnik çatışmaların sonlandırılabileceği, iki ülke arasında istikrarlı bir komşuluk tesis edileceği umuluyordu.

Bu yaklaşım uluslararası camia tarafından da destekleniyordu.

Beş ay sonra, 27 Ocak 1923 günü Ouchi’de (Uşi) İngiliz Heyeti Başkanı, İngiltere’nin eski Hindistan Genel Valisi Lord George Curzon başkanlığında toplanan “Ülke ve Askerlik Sorunları Komisyonu'nda, Nüfus Mübadelesi Alt-Komisyonu Başkanı M. Montagne'nin sözlü raporu dinlendi ve Norveçli F.Nansen’in önerdiği metin üzerinde mutabakat sağlandı. 



Varılan anlaşma ile 30 Ocak 1923 günü karşılıklı nüfus mübadelesini içeren sözleşme tasarısı imzalandı.

“Bu sözleşme ile nüfuslar karşılıklı olarak yer değiştirecek ama nüfus değişimi etnik kimliklere göre değil, dinsel kimliklere göre yapılacaktı. 

Bir taraftan ulus esaslı devletler kuruluyor diğer taraftan kök vatandaşlık din esasına göre oluşturuluyordu.

Bu bağlamda Konya-Karaman’da yaşayan Türkçe konuşan, Karadenizli Romika konuşan Hıristiyanlar Yunanistan’a gönderilecekti.

Türkçe bilmeyen, çeşitli Balkan dilleri konuşan Müslümanlar da Yunanistan’dan Türkiye’ye gelecekti. 

İstanbullu, Gökçeada ve Bozcaadalı Rumların Türkiye’de, Batı Trakyalı Türklerin Yunanistan’da kalması onaylandı. 

Daha önce, Balkan Savaşı sırasındaki (1912-14) kargaşada canını kurtarmak için Yunanistan’dan Anadolu’ya kaçmak zorunda kalan Türkler de bu anlaşmanın kapsamına alınıyordu”.

Sancılı olacak mıydı bu karar?

Tabii ki insanların doğdukları, yüzyıllarca yaşadıkları toprakları terk etmeleri hiç kolay değildi. Vatan bilmişlerdi o toprakları. 

Yüzyıllarca aynı göğün altında, aynı suyu içmişler, aynı toprağın ekmeğini yemişlerdi. Zaman zaman birbirlerinden kız almışlar, birbirlerine karışmışlardı.

Farklı dil konuşan, farklı dine sahip komşulara sahip olmak onların kültürel zenginliğiydi.

Yunanistan’a giden Anadolu Rumları, göç ettikleri yerlerde pek hoş karşılanmadılar.  Resmi kayıtlara göre mübadil Rumların sayısı 1.069.957 idi.

Anadolu’dan aldıkları kültür, pek uymuyordu Yunanistandakilere. Uzun zaman yerleşikler yeni gelenleri yabancı olarak gördüler. 

Anaları babaları savaşta ölmüş, öksüz Rum çocukların yetimhane öyküleri çok acıklıdır.

Kostas Ferris’in ünlü “Rembetiko” filmi, Dido Satiriou’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” öykü kitabı o sancılı günleri anlatır.

Yunanistan’ın başkenti Atina’nın deniz kıyısındaki parçası Pirea hala bir mübadil kentidir: Olimpiyakos da mübadillerin Spor Klubü.

Mübadele sözleşmesiyle Türklerin Yunanistan’dan Anadolu’ya göçünde de inanılmaz acılar yaşandı.

Uygulama, zorunlu göç 1 Mayıs 1923 gününden itibaren başlayacaktı.

“Hadi toparlanın” denildi, Balkanlardaki Türk/Müslüman ahaliye: “Hicret var!” Kimi kadınlar ateşte kaynayan yemeğini, “purnateta”yı (yufkalı tavuk) sac altında bırakıp yola çıkmak zorunda kaldı. Bebekler beşikte unutuldu. Çocuklar yalınayak başı kabak düştü Anadolu yollarına. 

Mübadele sözleşmesinin hemen ardından kısa zamanda, Anadolu’ya gemilerle gitmek için Selanik’te 40-50 bin kişi toplandı. 

Osmanlı'nın Selanik Kızılay Sağlık Yardım Kurulu başkanı Mahir Bey tarafından, Mübadeleyi yöneten, her iki taraftan temsilcilerden oluşan Karma Komisyon'da Kızılay temsilcisi olan Ömer Lütfi Bey'e gönderilen 3 Aralık 1924 tarihli rapor yaşanan feci durumu şöyle anlatır:

 "Şehirde (Selanik’te)  toplanan köylülerin sayısı günden güne çoğalıyor. Bugün dahi Arslan Hanı ve civarında bulunan diğer hanlarla Tumba'daki hanları sabah teftiş ettim. Gördüğüm sefalet manzarası her türlü tasvirin ötesindedir.

Özetle Tomba'da bulunanlar içinde aç, muhtaç ve fakir olanlar çoğunluğu oluşturuyor. 

Islahane avlusunda toplanan muhacirlerin de durumu kötüdür. Bilhassa Alaca İmaret'teki muhacirlerle Kıpti evlerinin bodrumlarında, ahırlarda ikamet eden zavallı köylülerin acıklı vaziyetlerini bildirmek zorundayım. 

Son günlerde muhacirlerin arasında sefalet, açlık, sıtma gibi nedenlerle ölümler artmıştır. İçinde yaşadıkları sağlık ve yaşam koşulları bu zavallıları her gün ölüme bir adım daha yaklaştırmaktadır. 

Bundan da açıkça anlaşılacağı gibi ölüm rakamlarının korkunç bir şekilde artması söz konusudur.”

Bu bilgilerden muhacirlerin çoğunun, genellikle “fukara” olduğu anlaşılmaktadır.

Girit’te de Ege Adaları'nda da durum farksızdır.

Muhacirlik yoluna düşenler ser sefildir.

İşte bu gibi ortamlarda 463.534 Türkün Anadolu’ya göçtüğü kaydedilmiştir. Daha önce1912 Balkan savaşı sonucunda Anadolu’ya sığınanlardan kayıtlı olanların sayısı da 125.000 olarak belirtilir. Bu sayının aslında çok daha fazla olduğu kabul edilir.

Yollarda ölenler, pusuya yatan eşkiyalar tarafından öldürülenler, vapurda hastalıktan ölüp de denize atılanlar bu sayıların dışındadır. 

Anadolu’ya ulaşan muhacirlere, yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti olanaklar ölçüsünde kucak açtı. İskan daireleri tarafından çoğunlukla Edirne, Balıkesir, Bursa, Kırklareli, Tekirdağ, İstanbul, İzmir, Samsun’da Rumlardan kalan yerlere yerleştirildiler.

Anlaşmaya göre muhacirler geldikleri yerden taşıyabildikleri kadar eşya, varlık getirebilecekti. 

Ama nasıl?

Mal mülk yoktu muhacirlerin gözünde. O kaos ortamında herkes canını kurtardığına bakıyordu. 

Beldeki kuşakların, pişirmiş ekmeğin içine saklanan üç beş altın kefen parasıydı.

Mübadele Sözleşmesi maddelerinin önemlilerinden biri, muhacirlere geride bıraktıkları mallara eş değer nitelikte ve değerde Türkiye’de mal verileceğinin taahhüdüydü…

Mal canın yongasıydı!

Türkiye’de bütün bunları yönetecek ekibin başına, İzmirli Evliyazade Mehmet Efendi’nin damadı Tevfik Rüştü (Aras) getirildi.

Yerleştirmeler ve mal dağıtımı konusunda, haksızlıklar olduğu, kayırmalar yapıldığı gibi birçok dedikodu söylense de genç Cumhuriyet bütün imkansızlıklara rağmen bu güç işi başardı.

Yaşanan zorluklara rağmen muhacirlere, Anadolu’da sığınılacak bir çatı altı, karın doyurulacak bir iş, bir karış toprak bulunmuştu.

Bu zorunlu göç fasılalarla 1930’a kadar sürdü.

Mübadelenin muhacirleri geldikleri Anadolu’da, kimi yerlerde yerel halk tarafından hoş karşılanmadılar. Kültürel farklılıklar zaman zaman hoşnutsuzluklara yol açtı.

Muhacirlerin yoğun olduğu İzmir’de bile, ne yazık ki hala, bilinç altına gömülmüş, muhacirlere olumsuz bakan, üstelik İzmir’in etkin kuruluşlarında yüksek toplumsal konumlara getirilmiş kişiler var.

Ne hüzün verici, ne kabul edilmez, ne inanılmaz bir durum.  

Oysa muhacirler yerleştikleri birçok kentte yetiştirdikleri iş insanlarıyla, toprağa ve malzemeye can veren deneyim ve emekleriyle; çalışkanlıkları ve üretkenlikleriyle ülkenin ekonomik gelişmesine katkıda bulundular, bulunuyorlar.

Getirdikleri Avrupai kültür Anadolu kültürüyle harmanlanıyor.

Türkiye’de tarıma yönelik yerli sanayileşmenin öncülerinden Durmuş Yaşar Rodos adası muhaciri bir İzmirlidir. 

Dünyada yeri olan yaratıcı mobilyacılık sanayinin Türkiye’deki merkezi Bursa’nın İnegölü bir muhacir kentidir. 

Ve ülkenin dört bir yanında daha niceleri!

Bugün Türkiye’de mübadil ve evlatlarının sayısının 10-15 milyon dolayında olduğu tahmin ediliyor.

Artık onlar muhacirliğin ötesinde ülkenin yerlisi oldular. İlerici ve aydınlık bakışlarıyla ülke için çok önemli bir toplumsal ve siyasal güce dönüştüler!

Son yıllarda mübadele çocukları; Türkiye’de gelişen ve yaygınlaşan muhacir edebiyatı içinde; Kemal Yalçın’ın “Emanet Çeyiz”, Sefa Taşkın’ın “Pembe Sardunya” gibi kitaplarıyla yaşanan dramları anlatmaya, kendilerini ifade etmeye çalışıyorlar. Kemal Anadol’un “Büyük Ayrılık” gibi çalışması olguya dikkat çekiyor.

Belleklere kazınmış yaşanmışlıklar anımsanıyor, su yüzüne çıkıyor.

Ancak yaşlılar yüreklerinde; çocuklar, torunlar ana babalarından dinledikleri öykülerde; vatan bilinen eski toprakların özlemini, ayrılığın hüznünü hala duyuyorlar.

Kendilerini 3.,4.kuşak mübadil olarak tanımlayan yeni, Anadolu doğumlu muhacir çocukları geçmişi, yaşananları, eski vatanlarını unutmuyorlar. Dayanışma dernekleri kuruyorlar. 

Oralara gidip yaşlı gözlerle eski evlerini bulup, oradaki Rum mübadillerle kucaklaşıyorlar.

Barıştan güzel ortam var mı?

1923 Mübadelesi, siyasal kararlarla alınan ve birçok toplumsal ve insani sonucu olan bir daha yaşanması istenmeyecek bir olgudur.

Mübadele doğru muydu yanlış mıydı?

Nedenler her zaman tartışmasız sonuçlar doğurmuyor.

Mübadele, zorunlu göç karar vericilerin o günlerin koşullarında, savaştan yeni çıkmış her iki komşu ülkeye de çok gerekli olduğunu düşündükleri istikrarı sağlamış, ancak geride bu süreçte yaşanan, anıları hala yaşayan insani acılar bırakmıştır. 

30 Ocak 1923 toplumsal olarak Türkiye, Balkan ve Anadolu tarihi için önemli bir gündür.

Aradan bunca yıl geçmesine karşın mübadelenin muhacirleri o günü ve ünlü Selanik Türküsü'nü unutmuyor.

Bir fırtına tuttu bizi, deryaya kardı.                                                                             

O bizim kavuşmalarımız a yarim, mahşere kaldı…

Bir daha böyle fırtınalar olmasın…

Sefa Taşkın
28.01.2022

Mübadele: Bir fırtına tuttu bizi...- Sefa TAŞKIN Mübadele: Bir fırtına tuttu bizi...- Sefa TAŞKIN Reviewed by Mübadele Kusadasi on 19:09 Rating: 5

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.