"Yüz yıllık acılar önlenebilirdi" - Röportaj

Yunan komünistlerin önerisi yüz
yıllık acıları önleyebilirdi

Balkanlar ve Anadolu’dan 2 milyona yakın insanı din temelli olarak “Mübadele” adı altında zorla topraklarından koparan mübadelenin uzun bir “gayriresmi” tarihini Tarihçi-Yazar Erdoğan Aydın’la konuştuk

Mithat Fabian SÖZMEN  (30 Ağustos 2015, EVRENSEL)

30 Ağustos 1922 tarihinin bu topraklarda Zafer Bayramı’nı ve Ege’deki Yunan orduları için de kesin bir yenilgiyi işaret etmesinin yanı sıra pek çok artçı etkisi var. Bu etkilerden biri Balkanlar ve Anadolu’dan 2 milyona yakın insanın din temelli olarak “Mübadele” adı altında zorla topraklarından koparılması... Esasında Lozan Anlaşması’yla resmiyete kavuşan mübadelenin uzun bir “gayriresmi” tarihi de var. Bu dönemi Tarihçi-Yazar Erdoğan Aydın’la konuştuk. Aydın, zorunlu göçün yarattığı acılara, ekonomik yıkıma, Türk ve Yunan milliyetçilikleriyle, İngiliz emperyalizminin pozisyonuna dikkat çekiyor. Ayrıca işgal döneminde Yunan komünistlerin ortaya attığı formülün sadece o dönem için değil Türkiye’nin 100 yıllık sorunları için de reçete niteliğinde olduğunu vurguluyor.

Türkiye ile Yunanistan arasındaki mübadelenin hukuki çerçevesi 1923’te Lozan Anlaşması’yla birlikte çizilse de aslında fiiliyatta Balkanlar ve Anadolu’daki zorunlu göçlerin uzun süredir devam ettiğini görüyoruz. Nasıl bir dönemdi bu, neydi bu bölgelerin halklarını yaşadıkları yerleri terk etmeye zorlayan?
Dönem imparatorluklardan ulus devletlere doğru geçiş dönemi. 1877’deki Rusya-Osmanlı savaşının Rusya lehine sonuçlanmasının ardından Balkanlardan büyük bir Müslüman göçü ve katliamı yaşanıyor.  Fiili bir mübadele, bu dönem itibariyle birbirleriyle kavga eden imparatorlukların ayakları altında ezilen halkların arasında başlamıştı. Bunun yanı sıra 1912-13’te de Balkan Savaşları yaşandı ve bu savaş beklenmedik derecede büyük bir hızla Osmanlı açısından hezimetle sonuçlandı. Ciddi bir Müslüman nüfus göç etmek zorunda kaldı. Tabii söz konusu insanların Osmanlı döneminde zorla Müslümanlaştırılmış insanlar olduklarını hatırlamak lazım. Hiçbiri klasik Orta Anadolulu ya da Asyalı değildi. Sırp, Rum, Bulgar, Pomak kökenli, Müslümanlaştırılmış, bir kısmı görece Türkleştirilmiş kimselerdi. Bir kısmı da Osmanlı’nın Balkanları kontrol etmek amacıyla bölgeye yerleştirdiği insanlardan oluşuyordu. Yani bir anlamda devletin çıkarları için fethedilmiş topraklara gönderilenlerin, oradaki milliyetçiliklerin kendi devletlerini kurmasının ardından büyük acılar yaşayarak geri dönmesi süreci yaşandı.

İTTİHAT TERAKKİ KARARINI ÇOKTAN VERMİŞTİ

Şunun altını çizelim, 1 Dünya Savaşı başlamadan önce Osmanlı’yı o dönemde yöneten İttihat ve Terakki, Anadolu’yu toptan Türk ve Müslüman hale getirme konusunda net bir karara varmıştı. Ve bu kararın ilk uygulaması da daha sonra mübadelede gönderilecek olan Ege Rumlarının evlerine, dükkanlarına bomba atarak, köylerine baskın yaparak, taciz ve tecavüzlerle topraklarını, mallarını bırakıp kaçmaya zorlanmasıyla gerçekleştirildi. Bu konuda elimizdeki çarpıcı örneklerden biri sonradan Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar. Bayar, Ege’nin Rumlardan arındırılmasında doğrudan görevli olarak dönemin Teşkilat-ı Mahsusa’sının başındaki Kuşçubaşı Eşref ile birlikte sabotajların organizatörüydü. Bir başka çarpıcı örnek de İttihat ve Terakki’nin önemli isimlerinden ve meclis başkanı Halil Bey’in Balkan Savaşları sonrası Trakya’da kalmış olan Rum ve Bulgarları kaçırmaya yönelik saldırılar organize etmesi. Halil Bey anılarında şu itirafı açık bir şekilde yapar: “Eğer doğrudan güvenlik güçlerimiz aracılığıyla bunları yapsaydık, savaşta da yenildiğimiz için Batıdan baskı gelecekti. Bu yüzden haberdar değilmişiz gibi sivilleri seferber ettik.” Dikkat ederseniz her dönem her egemen devletin sahip oldukları toprakları etnik olarak arındırma noktasında bir çabası var.

Bu dönem tüm dengeleri etkileyen bir dünya savaşı da gündeme geliyor...
1. Dünya Savaşı gerçek anlamda bir halkların kırımı süreci olarak yaşandı. 1. Dünya Savaşı’na iki nedenle girilmişti. Biri Alman emperyalizmine sırtını dayayarak Turan İmparatorluğu kurma niyeti. İkincisi ise mübadele noktasında bizim süreci doğru kavramamızı sağlayacak olan öğe yani eldeki toprakların tek tipleştirilmesi çabası. Gerek 1913’te Rumlara, gerek 1915/16’da Ermenilere yönelik çok ciddi bir yok etme kampanyası devletin doğrudan bilinçli çabasıyla gerçekleşti. Bu süreç Osmanlının çok ağır bir şekilde yenilmesi ve memleketi savaşa sokup farklı milliyetleri katleden insanların da Alman denizaltısına binip kaçmasıyla sonuçlandı.

Sonraki dönemde başlayan Milli Mücadele, bu gidişatı kıracak bir yönelime sahip miydi?
1919-23 arasındaki Milli Mücadele dönemi yeniden yeniden değerlendirilmeye ihtiyaç olan bir süreç. Bir yanıyla İngilizlerin Osmanlıya dayattığı yeni statüyü kırma anlamında ilerici yanları olan bir yanıyla yine İngilizlerin kendi güçleri yetmediği için Yunanları silahlandırıp Ege’yi işgal etmelerine neden olan fiili duruma karşı bir milli mücadele söz konusu. Ama bu milli mücadele sadece olumlu özellikleriyle anılacak bir süreç değildi. Bu aynı zamanda önceki dönemde yok edilmiş olan Ermenilerin geri dönüşünün engellenmesinin takipçisi olan bir milli mücadele idi ve bu milli mücadele Ege ve Karadeniz’den gönderilmiş olan Rumların geri dönmesini engellemek, Yunan işgalinden de faydalanarak kalanlardan kurtulmayı hedefleyen bir süreçti.

Peki Yunanistan tarafı ne durumdaydı?
Karşı tarafta da aynı şekilde Venizelos Yunan devlet milliyetçiliğinin genişleme operasyonu çerçevesinde, Osmanlı’nın yenilgisinden faydalanarak sırtını İngiliz emperyalizmine dayadı ve İzmir’den başlayıp ta Polatlı’ya kadar varan bir işgal hareketi başlattı. Asıl dertleri kesinlikle Rum halkı değildi.

Büyük Taarruz ve Yunan ordusunun yenilgisi bu denklemi nasıl etkiledi?
Büyük Taarruz’un zafere doğru yürüyüşü dönemin Kemalistlerine ve İttihatçı artıklarına büyük bir olanak sağladı. Toprakları başka bir güç tarafından işgal edilmişti dolayısıyla böyle bir milli mücadele veriyor olmanın psikolojik üstünlüğü söz konusuydu. Zafer de kazanmışlardı. Yunan ordusu kendi içerisindeki parçalanmanın sonucunda dağılan, etkin bir savunma yapamayan bir pozisyondaydı. Türk milli mücadelesi bu avantajların da yarattığı ortamdan memleketi tek tipleştirme yönünde faydalandı. İzmir’in ele geçirilmesinin ertesi günü kentte gayrimüslimlerin yaşadığı tüm mahallelerin sanayi birikimleri, zanaatkarların dükkanları toptan yakıldı. Bu aslında İzmir’in yüz yıl geriye gitmesine sebebiyet veren bir operasyonun da parçasıydı. 

Hemen akabinde daha Lozan anlaşması dahi sonuçlandırılmadan 30 Ocak 1923’te Türk devleti ile Yunan devleti arasında iki taraftaki insanların mübadelesini sağlayan bir anlaşma sağlandı. Bu anlaşma bir yanıyla topraklarını iki tarafın da ihtiyaç duyduğu, kendisinden olduğunu varsaydığı insanlarla doldurmak gibi bir amaca hizmet ediyordu. Diğer yandan kendisinden saymadıkları insanlardan da kurtulmak için bir bahane içeriyordu. 

YUNAN KOMÜNİSTLERİN ÖNERİSİ KABUL EDİLSEYDİ BUGÜN DEMOKRATİK BİR ÜLKE OLABİLİRDİK

Yunan komünistlerin savaş sırasında Venizelos’a işgale son verilmesi, Sovyetlere de Ankara’ya baskı yaparak Batı Anadolu’daki Rum halka otonomi verilmesi yönünde çağrısı vardı. Ne düşünüyorsunuz bu öneri hakkında, aktörler göz önüne alındığında gerçekleşebilir bir öneri miydi?
Öncelikle hakşinas olmak, insanların mutluluğunu, hukukunu savunan bir yerden yaklaşmak lazım. Böyle yaklaştığımızda dönemin en uygun önerisinin Yunan komünistleri tarafından yapıldığını söylemeliyiz. Eğer Yunan komünistleri daha büyük bir güçle bu öneriyi yapabilse, Sovyetler de daha farklı bir politika izlemiş olsaydı büyük bir olasılıkla Yunan egemenlerinin İngiliz emperyalizminin kışkırtmasıyla girdiği işgal gerçekleşmeyecekti. Ama bu işgalin gerçekleşmemesi de yetmezdi çünkü o dönemde Anadolu’nun batısında ve Karadeniz’de ciddi bir Rum nüfusu vardı ve onların hak sorunu vardı. Dolayısıyla böyle bir önerme aslında bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 yıllık meseleleri olan Ermeni sorunu, Kürt sorunu için de bir çözüm kapısı olacaktı. 

Ama ne yazık ki dönemin milliyetçilikleri kazandı. Bunun sonucu olarak işgalin kırılmasının ardından Ege’nin Türklerden binlerce yıl önce burada yaşamakta olan Rum halkı her şeylerini bırakıp ayrılmak zorunda kaldı. Gidenler orada “Osmanlı tohumu” diye aşağılandı, gelenler burada “Rum tohumu”, “Bulgar tohumu” diye aşağılandı. Yani bu işten zararlı çıkan iki taraftan göç etmek zorunda kalmış olan, milliyetçiliğe bir şekilde sürüklenmiş ama sürüklenmemiş olsa da bunun kurbanı olmuş iki taraftan halklar olmuştur. Dolayısıyla Yunan komünistlerinin önerisi yüz yıl sonradan bakınca ne kadar değerli bir öneriymiş, bu işleri pekala çözebilirmişiz dedirten bir öneridir. Ne yazık ki o dönemde Yunan komünistlerin Türk muhatapları yoktu.

İNGİLİZLER, TÜRK VE YUNAN MİLLİYETÇİLİKLERİ KAZANDI

Tüm bu süreçte emperyalistlerin tutumu için ne söylenebilir?
Aslında İngilizlerin bir mübadele yönlendirmesi yoktu. Ama Lozan’da Türk hükümetiyle anlaştılar. Ne oldu bu süreçte anımsayalım. Milli Mücadele güçleri Sovyetlerle çok sıkı bir ilişki içindeydi. Bu atmosferin önünün alınamaması halinde Türkiye’nin emperyalist kapitalist sistem alanından kaybedilmesi gibi bir risk söz konusuydu. Bu durum, İngiliz politikasında bir değişimi getirdi. Bu değişim, önceden destekledikleri Vahdettin ve Yunan ordusunun arkasından geri çekilip, Ankara’nın Sovyetlere tavır almasını gündeme getirdi. Lozan, 2 aşamada imzalandı. 1. aşama henüz İngilizlerin milli mücadeleyle İstanbul hükümetini uzlaştırma çabalarının devam ettiği, Yunanların arkasından desteğin çekilmediği bir dönemdi. Bu dönemde Mustafa Kemal’in dışarıya verdiği profil antiemperyalist ve Sovyet müttefikiydi. Bu süreçte yavaş yavaş daha önceki faktörlerin değişime uğramasıyla İngilizler Ankara hükümetini kapitalist kalkınma yolu ve Sovyetlerle ilişkilerin kesilmesi karşılığında tanıyacaklarını ve dolayısıyla da Ege’nin arındırılması ve Ermeni meselesinin güncelleştirilmesi konusunda sıkıştırmayacaklarını taahhüt etti. Bunun sonucunda Lozan görüşmelerine ara verildi, palas-paldıras İzmir İktisat Kongresi toplandı. Burada çok net bir şekilde kapitalist yolun tercih edileceği karar altına alındı. Mustafa Kemal’in meşhur Balıkesir hutbesi var. “Bizde kaç tane milyoner var ki zaten, milyonerler yetiştirmek için elimizden geleni yapacağız” diyen. Sovyetlerle ilişkiler soğutuldu. İçeride Türkiye Halk İştirakiyyün Fırkası ve Yeşil Ordu tasfiye edildi. Ve sonuçta iki taraf da yeni bir uzlaşma sağlayacak pozisyona geldi. Farklı bir denge ortaya çıktı. Bu farklı denge İngilizlerin yol vermesi sonucunda Ermeni ve Rumların haklarının kategorik olarak ortadan kaldırılmasını getirdi. Yine aynı şekilde Kürt sorununda da değişimi görüyoruz. M. Kemal, “Biz Türkler ve Kürtler” derken bundan vazgeçildi, o ana kadar kendine Büyük Millet Meclisi diyen meclis, Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak teyit edildi. 1921 anayasası lağvedilip 1924 anayasasına geçildi. Ademi merkeziyetçi bir pozisyondan merkeziyetçiliğe adım atıldı. Bu döneme kadar millet derken Müslümanlar kastediliyordu. Kürt, Laz, Gürcü, Türk hepsini içeriyordu. Bu dönüşümle birlikte millet modern anlamda ulusa işaret ederek sadece Türkleri kastetmeye başladı. 
Burada İngilizler ne kaybetmiştir? Hiçbir şey kaybetmemiştir. Çünkü Lozan’daki pazarlık konularından bir tanesi de o dönemde Misak-ı Milli alanında olan Musul ve Kerkük’ün alınması, Kürtlerin ve Türklerin yaşadığı varsayılan toprakların kurtarılmasıyken orada var olan petrol kaynaklarının İngilizler tarafından kontrol edilmesi kabul edildi. İngilizler bütün Arap topraklarına hakim, petrol kaynaklarına hakim, daha önceden kavga ettiği milli mücadele güçlerini kapitalist hatta sokmuş, Sovyetlerden uzaklaştırmış, bunun karşılığında da daha önceden işbirlikçisi olan Yunanları, önceden mavi kitapçık çıkartıp soykırımlarını duyurduğu Ermenileri satmıştır. Dolayısıyla bu savaştan İngilizler ve Türk milliyetçiliği kazançlı çıkmıştır. Yunan milliyetçiliğinin de bazı hayalleri kırılmıştır ama en azından kendi komünistlerini ciddi anlamda geriletmişlerdir.
Lozan sonrasına baktığımızda, mübadele işlemleri sona erdikten sonra da nüfusu tek tipleştirme yönündeki çabanın sürdüğünü görüyoruz. Trakya Olayları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül... Uzun soluklu bir politika söz konusu.

Esas niyet etnik arındırmanın son zerresine kadar gerçekleştirilmesi ama dikkat edin olayların gelişiminde de hep dengeler belirleyici olmuştur. Egemenler kafalarındaki planları hayata geçirmeye çalışmıştır ama bunu erteleten, dengeleyen karşıt süreçler söz konusudur. Yunan milliyetçiliği ve devleti Ege’nin tümünü almak istemiştir ama kaybetmiştir. Türk milliyetçiliği Batı Trakya’yı, On İki Adalar’ı, Kerkük’ü almak istemiştir ama alamamıştır. Ama ajandaları, kırmızı anayasaları, esas hedefleri hep devam etmiştir her fırsatta bunu gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Örneğin 1934’te Trakya’daki Musevilerin ortadan kaldırılması için uluslararası konjonktür çok uygundu bunu hayata geçirdiler. 1937-38’de Suriye’den çekilmekte olan Fransız emperyalistleriyle anlaşarak onlara ayrıcalıklar sağlayarak Hatay’ın ilhakı için uygun ortam sağlanmıştır bu elde edilmiştir. Kürtlüğünde Aleviliğinde ısrar eden Dersim’in gerçek anlamda bir sömürgeci zihniyetle ortadan kaldırılmasını sağlayacak bir kırım politikası izlemek için uluslararası şartlar olgunlaşmıştır, bu yapılmıştır. Büyük Mübadele metninde keza Lozan’daki 39. maddede yer alan azınlık hakları peyderpey kullanılamaz hale getirilmiştir. 

VARLIK VERGİSİ, 6-7 EYLÜL, ’60 DARBESİ

1944’te uluslararası koşulların sağladığı avantajla Varlık Vergisi çıkarılarak gayrimüslimlerin mallarının Türk Müslüman sermaye lehine fiziken tasfiyesi gerçekleşmiştir. Güya sözde vergi almak bazlı. İşin garip tarafı ne yazık ki Türkiye’nin sosyalistleri de Kemalizm’in etkisi altında bunu ülkenin çıkarları için sermayedarların tasfiyesi olarak algılamıştır. Oysa bu sermaye sıradan halka, sosyal devlete değil Türk Müslüman sermayedarlara aktarılmıştır. 

6-7 Eylül’deki pogromda, İstanbul Rumlarının kaçırtılmasına yönelik halkı da seferber eden bir kırım gerçekleştirilmiştir. Arkasından ’60 darbesinin önemli bir uygulaması darbenin hemen arkasından darbenin avantajlarını da kullanarak Türkiye’de kalmış olan bir kısmı Yunan pasaportlu Rumların tasfiyesine yönelinmiştir. 1964’te insanlar ‘23’ten de farklı olarak bir tek bavul götürebilme hakkıyla kararın çıkarılmasının ertesi günü her şeylerini bırakıp gitmek zorunda kalmıştır. 
‘60 darbesi sonrası önemli adımlardan bir tanesi de İmroz adasındaki Rumların tüm okullarına el koymak, orada kesinlikle en ufak bir jandarma denetiminden dahi yoksun açık bir cezaevi yapmaktı. Buradaki mahkumların da orada yaşamakta olan, bağlarını besleyen, zeytinlerini üreten, şarap yapan insanların giderek topraklarını, köylerini bırakıp kaçmaya zorlanmaları konusundaki tacizlerine yol verilmiştir.

YUNANİSTAN’DA DA BENZER UYGULAMALAR
 

Aynı durum sadece Türk milliyetçiliği ve devletinin yaptığı bir şey değildir. Yunan devleti de aynı uygulamayı Batı Trakya’da yapmıştır. Lozan’da hakları garanti altındaki Müslümanları taciz etmiş, inançlarını gerçekleştirebilme olanaklarını ellerinden almış, seçme seçilme haklarını gasbetmiştir. Sürekli topraklarını bırakıp kaçmaya zorlanmışlardır. Şu soğukkanlılığı göstermek lazım kimse karşı tarafın olumsuzluğunu göstererek kendi hak ihlallerini doğru çıkartamaz. Ama ne yazık ki Yunan ve Türk egemen sınıfları üreten, çalışan, askere giden, vergi veren bu insanları rehine olarak kullanmıştır ve iki taraf da dönem dönem kendi içlerindeki halkı milliyetçilik ve din temelinde kışkırtıp mallara el konulması, can güvenliğinin taciz edilmesi gibi bir dizi hak ihlali gerçekleştirmiştir. Ne yazık ki tarih bu tip çirkin, insanlığa karşı işlenen suçlarla doludur. Bizi gerçekçi olmamakla suçlayanların iddialarının aksine, biz komünistlerin, insan hakları savunucularının milliyetçiliğe prim vermeden, insanı hangi inanç ve milliyetten olursa olsun savunan, önermeler ve fiili duruşlarla desteklememiz lazım.

DİN TEMELLİ MÜBADELE

Mübadelenin gözden kaçırılan özelliklerden birisi herhalde din temelli olması...
Kesinlikle din temelli. Bugün ortalama bir aydına bile mübadeleyi sorsanız  Türklerle Rumların değişimi diye anlatır. Oysa gerçek böyle değildir. Gerçek, söz konusu mübadele anlaşmasının 1. maddesinde çok nettir. Anadolu’da Ortodoks inancına sahip insanlar ile Yunanistan ve Balkanlar’daki Müslüman inancına sahip insanların değişimi söz konusudur. O yüzden ilginçtir Karaman Türkleri de gönderilmiştir. Ki bunlar Ortodoks inançlı insanlardır ama etnisite anlamında da Türk oldukları ispatlanabilir, Türkçe konuşan bir halktır. İşin daha önemlisi Karaman Ortodoksları kesinlikle Yunanistan’a gitmek istememektedir. Türkiye’deki rejimle barışık olma noktasında veriler sunmaktadır. Buna rağmen devlet onları göndermiştir. Dolayısıyla gönderilenler ve gelenler içerisinde Yunanca ya da Türkçe bilmeyen insanlar bulunmaktadır. Bunun sonucunda ortaya çok ciddi bir travma çıkmıştır. Bir insanın kendi toprağından alınıp götürülmesinden daha ciddi bir hak ihlali söz konusu olamaz. Ama iki devletin milliyetçi politikalarındaki tek amaç kendi egemenlik alanlarındaki otoritelerini sağlamlaştırmaktır. Bu yüzden insanların duygu, karar ve iradelerini umursamamışlardır.

EN İYİ TOPRAKLARA BÜROKRATLAR KONDU

Zorunlu göçün mübadiller üzerindeki ekonomik etkisi nasıldı?
Bu da bir travma konusuydu. İki tarafta da insanlar topraklarından sökülüp öbür tarafa gönderilirken gönderilenlerden kalmış en değerli mallara iki devletin bürokrasisi, bürokrasi uzantıları el koymuştur. En iyi manzaralı, en iyi işlenmiş topraklara, en değerli mallara, mübadiller yerleşmeden önce, vali, kaymakam, ordu mensupları, onların akrabaları, yerel eşraf tarafından el konulmuştur. Gelenlere kendi bıraktıkları değerde toprak vermek yerine çok daha geri koşullarda kaynaklar verilmiştir. Mübadiller bu yeni toprakları, dil bilmediklerinden dolayı verimli kılabilmek için çok daha fazla emek harcamak zorunda kalmıştır. Yeni gelenlerin birikimi, tecrübesi, işyeriyle zanaatla kurdukları diyalogda çok ciddi adaptasyon problemi yaşanmıştır. İki ülke de üretim anlamında çok ciddi zayiata uğramıştır. Devlet bütçelerine ek yük olmuştur. Kısacası hem insani acılar yaşanmıştır hem de bu bölgeler onlarca yıl geriye düşmüştür. Ciddi bir insan hakları ihlali, ciddi bir ekonomik kayıp söz konusudur. Bunun sorumlusu da iki devletin milliyetçilik bayrağıdır.

Rumlar, yaşadıkları yerlerin ekonomik hayatında etkin konumdaydı. Mihri Belli’nin mübadeleye ilişkin tezinde de Rumların gönderilmesiyle ‘hayalet kasaba/şehir’lerin ortaya çıktığı vurgulanır. Bunun nasıl bir etkisi oldu?
Bir dönem böyle bir sonuç yaşandığı kesin. Çünkü sadece gidenlerin yerine yerleştirmek üzerine bir plan yapılmadı. Gelenler Anadolu’nun dört bir yanına dağıtıldı. Yerleştirilirken Kürtlerin nüfus yoğunluğunun azaltılması Arapların nüfus yoğunluğunun azaltılması gibi hedefler güdüldü. Gelenlerin hem kendi kimliksel özelliklerini koruyamamalarının sağlanması hem de devletin Ankara’nın kendilerinden hazzetmeyen yerel kimliklerin arasına yerleştirilmesi gibi bir politika izlendi. Gidenler 1 milyonun üzerinde gelenler 500 binin üzerinde. Rakamsal olarak da gidenlerin yerini doldurmak mümkün değil.
Devletin yerleştirme politikası insanı düşünen bir yerden değil herkesi Türk/Müslüman yapmak üzerindendi. Bazı yerlere yerleştirilenler orada yaşayamadığı için devlete başvurup yerlerinin değiştirilmesini istedi. 

KAYBEDİLENLER GÜVENLİK DEVLETİYLE İKAME EDİLMEYE ÇALIŞILDI

Bir de şu vardır, bizde nerede gayrimüslimlerin toprakları boşalmışsa el koyucular sadece talan mantığıyla davrandığından, çiftçiliğe zanaatkarlık bilgisine sahip olmadığından bir süre sonra orası çöküntüye uğramıştır. Ermenilerin bıraktığı mallar bir süre Müslümanları zengine etmiştir ama bir süre sonra Ermenilerden kalan tiyatrolar matbaalar manifaktür sanayi, çok verimli, 1’e 100 veren üzüm bağları gibi diğer üretim alanlarında hızla kopuş başlamıştır. Üzüm ve zeytincilik Ege’de olağanüstü gerilemiştir. Sanayi altyapısı zayıflamıştır. Hem üretim kapasitesi hem de toplumun modern bir toplum olarak örgütlülük düzeyinde büyük gerileme yaşanmıştır. Bu neyle ikame edilmiştir, güvenlik devletiyle. Güvenlik devletiyle insanların refahını, demokrasiyi, zenginliği kesinlikle farklı şeylerdir. Güvenlik devletiyle bir toplumu kontrol edebilirsiniz ama üretimi artıramazsınız. Barışı, kardeşliği sağlayamazsınız. Büyük mübadele ve önceki tüm yer değiştirmelerle sadece insan değil toprak da sanayi de şehirler de travma yaşamıştır.

GİTTİLER DE NE OLDU?

Herkes kendine şunu sormalı. Mübadeleyle yaşanan göçler Türk ve Müslüman emekçiler için iyi mi olmuştur? Düşmanlaştırma ve ötekileştirme kimlikler üzerinden kurulduğu için bizler yurttaş çıkarlarımızı, sınıf çıkarlarımızı unutmuş bulunuyoruz. Oysa altını özellikle çizmek lazım Rumların, Ermenilerin yaşamadığı, Kürt’ün inkar edildiği bu topraklar 90 yıl sonra demokrasinin yaşanmadığı, Soma’da emekçilerin Türk ve Müslüman patronlar zengin olsun diye ölüme gönderildiği bir ülkedir. 1800’lerin sonu 1900’lerin başında bu ülkedeki sanayi altyapısı ile İngiltere’ninki arasındaki mesafe bugünkünden daha azdı. O dönemde de bağımlıydık ama altyapımız, insan malzememiz bu kadar farklı değildi. Dolayısıyla özellikle şu anda memleketin egemen kimliğinden olan Türk ve Müslüman emekçilerin özellikle anımsaması lazım ki başkaları gittikçe biz daha mutlu olmuyoruz. Kendi egemenlerimizin keyfine daha açık hale geliyoruz. Çoğulculuk sadece Avrupalı halklar için değil asıl bizim gibi halklar için çok daha önemlidir.

"Yüz yıllık acılar önlenebilirdi" - Röportaj "Yüz yıllık acılar önlenebilirdi" - Röportaj Reviewed by Mübadele Kusadasi on 10:32 Rating: 5

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.